Merhaba arkadaşlar.
Söz verdiğim gibi sizlerle bu gün başka bir anımı paylaşmak istiyorum. Eğer anlatacaklarımdan her kez kendine göre bir pay çıkarabilirse ne mutlu bana.
Sene 1973.
Gitar, bass ve davuldan oluşan ilk orkestramızı kuralı bir yıldan biraz fazla olmuştu. O yıllarda belli bir dinleyici kitlesi için popüler olan grupların parçalarını icra etmeye çalışıyorduk. Dinlemekten zevk aldığımız ve parçalarını çalmaya gayret ettiğimiz gruplar, Led Zeppelin, Black Sabbath, İron Butterfly, Jimi Hendrix, Free, Grund Funk Railroad, Taste, T.rex, The Who, Deep purple, CCR, Janis Joplin, Santana, Rare Earth, The Doors gibi belli başlı dünya gruplarıydı.
Bu grupların ülkemizde, o tarihlerde Long Play lerini bulmak çok zordu. Çünki sebebi nedendir bilmem, plakçılarda yabancı sanatçıların plakları hep tezgah altından satılıyordu ve bunların sayılarıda çok azdı. Bir çok satıcı bunların ithalatının yasak olduğunu söylüyordu. Fakat bizler Bostanlı'da ve Çiğli'ye yakın olduğumuz için Amerikan hava üssünün kendi vatandaşlarına özel olarak yaptığı radyo yayınını çok rahatlıkla dinleyebiliyorduk. O sıralar transistör yeni bulunmuş ve küçük el radyolarında yerini almıştı. En azından ülkemizde çok yeniydi. Bu küçük radyolar cebimizden hiç eksik olmazdı ve sürekli olarak Çiğli Amerikan radyosunu dinlerdik. Dünyada plağı yeni çıkmış olan bir grubu en geç üç gün sonra dinleme şansımız olurdu. Amerikalılar kendi radyolarındaki DJ lere üstat diyorlardı ve bunların müzikal anlamdaki yorumları gerçekten çok iyiydi. Bu nedenle adlarından söz ettiğim bu grupları ve müziklerini çok yakından tanıma şansımız oluyordu.
O sene en etkilendiğimiz gruplardan biri İron Butterfly dı. Hele hele " İn-a-gadda da vida " adlı parçasını hiç unutamam. Çok uzun bir şarkıydı ve bir long play in bir yüzünü kaplıyordu. Bu parçayı oldukça dişimize göre bulmuştuk ve bunu icra etmeye çalıyorduk. Fakat bunu bir türlü tam olarak başaramıyorduk. Bunun da nedeni, bir kere piyasada şarkı notası diye bir şey bulabilmek mümkün değildi, çünki yoktu. İkincisi, plak haricinde hiç bir ses taşıyıcısı yoktu. Kaset çalar denen alet henüz daha bulunmamıştı ya da en azından ülkemizde yoktu. İşte bu sebeplerden duyduğumuz bir parçayı bir dinlemede baştan sonuna kadar aklımızda tutabilmemiz nerdeyse olanak dışı oluyordu. Ama biz bunada bir çare bulmuştuk. Hangi parça üzerinde çalışıyorsak, o parçanın çalınması için Amerikan radyosundan sürekli istekde bulunuyorduk ve program başlayacağı zaman radyonun başına oturuyorduk. Tabi biz pür dikkat, parça çalınırken doğru ses tonundan ezberlemeye çalışarak, hemen akabinde de sıcağı sıcağına duyduklarımızı enstrumanlarımızdan çıkartmaya başlıyorduk. Bu yöntem kulaklarımızın gelişmesine çok büyük bir katkıda bulundu. Almanların güzel bir ata sözünde dedikleri gibi " yokluk kaşif yapar " misali, bu yolla tahminen 20 parçalık repertuarımızı oluşturmuştuk. Tabi, şarkılar asla aynısı olmuyordu. Özellikle soloları bir kaç kez dinlemeyle ezberleyemiyordum ve improvize etme zorunda kalıyordum. Bu da benim improvize etme yeteneğimi çok olumlu yönde geliştrmemi sağlamıştı. İcra etmeye çalıştığımız grupların müziği çok sıra dışıydı. Bizi provalarımızda dinleyen yakın arkadaşlarımız " bu nasıl müzik ya ? gürültü gibi bir şey. Esin avşar'dan, Hümeyra'dan ya da Fikret Kızılok'dan bir şeyler çalmayı bilmiyormusunuz ? " diye soruyorlardı. Çaldığımız müziği kimseler beğenmiyordu. Her kezler uzun saçlarımıza, tavırlarımıza, düşüncelerimize ve müziğimize gıcık oluyorlardı. Biz ise asla azmimizi kırmıyor, tutum ve düşüncelerimizden de hiç bir şekilde ödün vermiyorduk. Okul ve çevremizde adımız pis HİPPİ lere çıkmıştı. Zor bir süreç içersinde olduğumuzun çok iyi bilincindeydik, fakat her yeniliğe toplum tarafından gösterilen yadırgamanın ve dışlayıcı tepkilerin çok uzun yıllar almayacağını düşünüyorduk. Çünki tarih boyunca her yeniliğin önce tekmelendiğini ve itildiğini iyi biliyorduk. Bu yolda, bu müzik ile kendimizi nefer olarak görüyorduk, ya da öyle olduğumuza kendimizi inandırmak istiyorduk. Okuldan arda kalan boş zamanlarımızda yaptığımız bu hobiye, yani yapmaya gayret ettiğimiz bu müziğe deliler gibi aşıktık. Hatta kız arkadaşlarımız bile müziği kıskanırlardı, kendilerinden daha çok sevdiğimiz için. Açıkçası ailelerimizden de hiç destek alamıyorduk. Onlar için bizim yapmaya gayret ettiğimiz bu müzik, ZANGOÇ müziğinden öte şeyler değildi ve bizim yozlaştığımızı düşünerek kaygı duyuyorlardı, geleceğimizden ve her bir şeyimizden. Oysa bizim yapmak istediğimiz tek şey müzikti ve müziksiz bir yaşamın olamayacağını taa o yaşlarda farketmiştik. Allaha şükür ki Türkiye'de tek olmadığımızı kısa bir süre sonra farkettik. Biz " Grup Gerilim " den başka, İstanbul'da da Tank diye bir grubun varlığından haberdar olduk. Onlarda bizim durumumuzdaydı ve benzer repertuarları icra ediyorlardı. Daha sonra Ankara'da Marşandiz diye başka bir grup olduğunu öğrendik. Fakat telekominikasyonun bu günki şeklini o tarihlerde henüz alamamış olduğundan, aramızda bir türlü iletişim kuramıyor ve kader ortaklığı yapamıyorduk. Ama bütün bunlara rağmen bir birlerimizin varlığından haberdardık.
Zaman 1973 ün eylül ayıydı.
Tüm yaz boyunca Gümüldür'de ki Erdem Tur'un ( tatil köyü ) diskosunda geceleri Zangoç müziği çalarak program yapmıştık. Tarifi imkansız bir nefislikte geçirdiğimiz bu yaz tatilinden sonra, yine okulun ilk günü İstiklal Marşı için saf durmuştuk.
Bass cımız Mustafa ile ben aynı sınıfdaydık ve yan yana oturuyorduk. Davul cumuz Can ise bir alt sınıftaydı. Yeni ders yılının ilk tenefüsünde yine tuvalette sigara molasındaydık. İlk günün kasvetiyle her kez Bad trip lerde ve baba darallardaydı. Mustafa,
-Yine düştük buralara bilader desene
-Varmı başka alternatifimiz ?
-Yok, ama olsa iyi olurdu.
Bu ara Can girmişti tuvalete
-Selamın aleyküm ağalar.
Hep bir ağızdan,
-Aleykümselam ağa.
-Ne haber Moruk ?
-İyi be can, ne olsun, daral spor üç bir.
-Versene bir Bafra içelim.
-Al kardeşim, istediğin Bafra olsun.
Can'ın sigarasını yakmakla ders zilinin çalması bir oldu.
-Ya bilader, şu anasını sattığımının Bafrasını bir kerede kefal yapmadan içmek bana nasip olmayacak galiba !
Topluca çıkılır tuvaletten ( nam-ı diğer keşhane ) sınıflara doğru...
Devam edecek...
Düzenleyen - rolly on 28/04/2008 16:53:53
Düzenleyen - rolly on 29/04/2008 20:02:35
Söz verdiğim gibi sizlerle bu gün başka bir anımı paylaşmak istiyorum. Eğer anlatacaklarımdan her kez kendine göre bir pay çıkarabilirse ne mutlu bana.
Sene 1973.
Gitar, bass ve davuldan oluşan ilk orkestramızı kuralı bir yıldan biraz fazla olmuştu. O yıllarda belli bir dinleyici kitlesi için popüler olan grupların parçalarını icra etmeye çalışıyorduk. Dinlemekten zevk aldığımız ve parçalarını çalmaya gayret ettiğimiz gruplar, Led Zeppelin, Black Sabbath, İron Butterfly, Jimi Hendrix, Free, Grund Funk Railroad, Taste, T.rex, The Who, Deep purple, CCR, Janis Joplin, Santana, Rare Earth, The Doors gibi belli başlı dünya gruplarıydı.
Bu grupların ülkemizde, o tarihlerde Long Play lerini bulmak çok zordu. Çünki sebebi nedendir bilmem, plakçılarda yabancı sanatçıların plakları hep tezgah altından satılıyordu ve bunların sayılarıda çok azdı. Bir çok satıcı bunların ithalatının yasak olduğunu söylüyordu. Fakat bizler Bostanlı'da ve Çiğli'ye yakın olduğumuz için Amerikan hava üssünün kendi vatandaşlarına özel olarak yaptığı radyo yayınını çok rahatlıkla dinleyebiliyorduk. O sıralar transistör yeni bulunmuş ve küçük el radyolarında yerini almıştı. En azından ülkemizde çok yeniydi. Bu küçük radyolar cebimizden hiç eksik olmazdı ve sürekli olarak Çiğli Amerikan radyosunu dinlerdik. Dünyada plağı yeni çıkmış olan bir grubu en geç üç gün sonra dinleme şansımız olurdu. Amerikalılar kendi radyolarındaki DJ lere üstat diyorlardı ve bunların müzikal anlamdaki yorumları gerçekten çok iyiydi. Bu nedenle adlarından söz ettiğim bu grupları ve müziklerini çok yakından tanıma şansımız oluyordu.
O sene en etkilendiğimiz gruplardan biri İron Butterfly dı. Hele hele " İn-a-gadda da vida " adlı parçasını hiç unutamam. Çok uzun bir şarkıydı ve bir long play in bir yüzünü kaplıyordu. Bu parçayı oldukça dişimize göre bulmuştuk ve bunu icra etmeye çalıyorduk. Fakat bunu bir türlü tam olarak başaramıyorduk. Bunun da nedeni, bir kere piyasada şarkı notası diye bir şey bulabilmek mümkün değildi, çünki yoktu. İkincisi, plak haricinde hiç bir ses taşıyıcısı yoktu. Kaset çalar denen alet henüz daha bulunmamıştı ya da en azından ülkemizde yoktu. İşte bu sebeplerden duyduğumuz bir parçayı bir dinlemede baştan sonuna kadar aklımızda tutabilmemiz nerdeyse olanak dışı oluyordu. Ama biz bunada bir çare bulmuştuk. Hangi parça üzerinde çalışıyorsak, o parçanın çalınması için Amerikan radyosundan sürekli istekde bulunuyorduk ve program başlayacağı zaman radyonun başına oturuyorduk. Tabi biz pür dikkat, parça çalınırken doğru ses tonundan ezberlemeye çalışarak, hemen akabinde de sıcağı sıcağına duyduklarımızı enstrumanlarımızdan çıkartmaya başlıyorduk. Bu yöntem kulaklarımızın gelişmesine çok büyük bir katkıda bulundu. Almanların güzel bir ata sözünde dedikleri gibi " yokluk kaşif yapar " misali, bu yolla tahminen 20 parçalık repertuarımızı oluşturmuştuk. Tabi, şarkılar asla aynısı olmuyordu. Özellikle soloları bir kaç kez dinlemeyle ezberleyemiyordum ve improvize etme zorunda kalıyordum. Bu da benim improvize etme yeteneğimi çok olumlu yönde geliştrmemi sağlamıştı. İcra etmeye çalıştığımız grupların müziği çok sıra dışıydı. Bizi provalarımızda dinleyen yakın arkadaşlarımız " bu nasıl müzik ya ? gürültü gibi bir şey. Esin avşar'dan, Hümeyra'dan ya da Fikret Kızılok'dan bir şeyler çalmayı bilmiyormusunuz ? " diye soruyorlardı. Çaldığımız müziği kimseler beğenmiyordu. Her kezler uzun saçlarımıza, tavırlarımıza, düşüncelerimize ve müziğimize gıcık oluyorlardı. Biz ise asla azmimizi kırmıyor, tutum ve düşüncelerimizden de hiç bir şekilde ödün vermiyorduk. Okul ve çevremizde adımız pis HİPPİ lere çıkmıştı. Zor bir süreç içersinde olduğumuzun çok iyi bilincindeydik, fakat her yeniliğe toplum tarafından gösterilen yadırgamanın ve dışlayıcı tepkilerin çok uzun yıllar almayacağını düşünüyorduk. Çünki tarih boyunca her yeniliğin önce tekmelendiğini ve itildiğini iyi biliyorduk. Bu yolda, bu müzik ile kendimizi nefer olarak görüyorduk, ya da öyle olduğumuza kendimizi inandırmak istiyorduk. Okuldan arda kalan boş zamanlarımızda yaptığımız bu hobiye, yani yapmaya gayret ettiğimiz bu müziğe deliler gibi aşıktık. Hatta kız arkadaşlarımız bile müziği kıskanırlardı, kendilerinden daha çok sevdiğimiz için. Açıkçası ailelerimizden de hiç destek alamıyorduk. Onlar için bizim yapmaya gayret ettiğimiz bu müzik, ZANGOÇ müziğinden öte şeyler değildi ve bizim yozlaştığımızı düşünerek kaygı duyuyorlardı, geleceğimizden ve her bir şeyimizden. Oysa bizim yapmak istediğimiz tek şey müzikti ve müziksiz bir yaşamın olamayacağını taa o yaşlarda farketmiştik. Allaha şükür ki Türkiye'de tek olmadığımızı kısa bir süre sonra farkettik. Biz " Grup Gerilim " den başka, İstanbul'da da Tank diye bir grubun varlığından haberdar olduk. Onlarda bizim durumumuzdaydı ve benzer repertuarları icra ediyorlardı. Daha sonra Ankara'da Marşandiz diye başka bir grup olduğunu öğrendik. Fakat telekominikasyonun bu günki şeklini o tarihlerde henüz alamamış olduğundan, aramızda bir türlü iletişim kuramıyor ve kader ortaklığı yapamıyorduk. Ama bütün bunlara rağmen bir birlerimizin varlığından haberdardık.
Zaman 1973 ün eylül ayıydı.
Tüm yaz boyunca Gümüldür'de ki Erdem Tur'un ( tatil köyü ) diskosunda geceleri Zangoç müziği çalarak program yapmıştık. Tarifi imkansız bir nefislikte geçirdiğimiz bu yaz tatilinden sonra, yine okulun ilk günü İstiklal Marşı için saf durmuştuk.
Bass cımız Mustafa ile ben aynı sınıfdaydık ve yan yana oturuyorduk. Davul cumuz Can ise bir alt sınıftaydı. Yeni ders yılının ilk tenefüsünde yine tuvalette sigara molasındaydık. İlk günün kasvetiyle her kez Bad trip lerde ve baba darallardaydı. Mustafa,
-Yine düştük buralara bilader desene
-Varmı başka alternatifimiz ?
-Yok, ama olsa iyi olurdu.
Bu ara Can girmişti tuvalete
-Selamın aleyküm ağalar.
Hep bir ağızdan,
-Aleykümselam ağa.
-Ne haber Moruk ?
-İyi be can, ne olsun, daral spor üç bir.
-Versene bir Bafra içelim.
-Al kardeşim, istediğin Bafra olsun.
Can'ın sigarasını yakmakla ders zilinin çalması bir oldu.
-Ya bilader, şu anasını sattığımının Bafrasını bir kerede kefal yapmadan içmek bana nasip olmayacak galiba !
Topluca çıkılır tuvaletten ( nam-ı diğer keşhane ) sınıflara doğru...
Devam edecek...
Düzenleyen - rolly on 28/04/2008 16:53:53
Düzenleyen - rolly on 29/04/2008 20:02:35
Yorum